Sayfalar

2 Ekim 2010 Cumartesi

Diego Velázquez tarafından 1656 yılında yapılmış olan “Les Meninas” (Resim 1) adlı eserin Michel Foucault tarafından değerlendirmesinde önemli vurgularla karşılaşıyoruz. Gerek Foucault’nun kurgusundan, gerekse de tablonun kendi anlamından olsun bir farklılığı olduğunu anlıyoruz. Peki nedir bu tabloyu bu kadar anlamlı kılan?










Foucault, bir anda tabloyu anlatarak yazısına başlıyor. Biraz soyut bir şekilde, ama tablonun içine girerek bize kendi gördüklerini sunuyor. Bu anlatımda, benim için en düşündürücü kısmı, resmin içinde kendimin de yer aldığını düşünmem oluyor. Gözlemci olarak ben, sürekli model ile yer değiştiriyorum. Devamlı olarak resmin içine çekiliyorum. “… ressamın resmin dışında onunla karşı-karşıya olan boşluğa yönelik bakışı, gözlemci sayısı kadar modeli de kabul eder; bu çok kesin ama nötr yerde, gözlemleyen ile gözlemlenen, aralıksız bir değiştokuşla (exchange) yer alırlar.” diye belirtiyor Foucault [1]. Perspektifin kaçış noktasıyla alakalı olarak, ressamın gözleri hep gözlemciyi (beni) yakalıyor. Aynadakiler olmasa da bize bakıyor (Resim 2). Bu da, resimdeki klasik bir unsur.

Baştaki bu tutumu yazının ikinci bölümünde tepetaklak düşüyor sanki. Bir anda, tabloda yer alan karakterlerin kim olduğunu çok net bir şekilde bize açıklıyor. Bunu bilmek zihnimde bir rahatlıkla beraber bir sınır oluşturuyor. Bunu bilerek yapan Foucault, aslında bir şeyin ötekine tercüme edilemediğini göstermeye çalışıyor. Dil görme ile görme de dille anlatılabilir mi diye bakıyor. Bu durumda, resmi daha parlak yapmak için nasıl bir yöntem ile konuşalım? “Resim, belki de, çok geniş olduğundan her zaman aşırı titiz ve tekrarlı olan bu gri ve anonim dil aracılığıyla azar azar saçacak parıltılarını. İşte bu yüzden, o aynanın derinliklerinde kimlerin yansıtıldığını bilmediğimizi varsayarak o yansıyı kendi terimleriyle ele almalıyız.” diyor Foucault [2] ve buradan yazısına devam ederken bu resmin kendi terimleri ile vurguluyor anlatmak istediklerini.

17.yüzyılın ortalarında yapılmış bu resmin neyi resmettiği (temsil ettiği) önemli bir durum oluyor. Ressam burada kendi resmetmesini resmediyor. Bu andaki hikaye, resimdeki karakterlerin duruşları ve bakışları, ressamın resmetme araçlarının varlığı, ışığın gelişi ile şekilleniyor. Hepsi de “temsil” etmeye hizmet ediyor. Burada önemli olan resmin içindeki Infanta Margarita, Donya Maria Agustina Sarmiente, IV.Philip ile karısı Mariana değil. Bir kompozisyon ve mekan var, evet. Fakat bu an, resmetmeyi gösteren herhangi bir an. Bu resme dair olan kısmı ise, ressamı da o çerçeve içersinde tabloyu yaparken görmemiz. Michel Foucault bunu özellikle son paragrafta [3] belirtiyor: “Gerçekten de burada resmetme, tüm öğeleriyle kendini resmetmeye girişiyor [...] kendi temeli olan şeyin zorunlu yokoluşu [...] böylece kendini engelleyen ilişkiden nihayet kurtulan resmetme, kendini katıksız şekliyle resmetme olarak sunabilmektedir.”

Temsil etmek derken, bildiğimiz bir şey var ki temsilini gördüğümüzde aslında onun ne olduğunu anlıyoruz. Zihnimiz böyle bir çağrışım yaptırıyor bize. Resmetmek biliniyor. Bu bilindiği için, “Les Meninas”ın onun resmi olduğunu anlıyoruz. Ya da bir kişi resmediliyor. Onu bildiğimiz için temsilini anlıyoruz. Picasso’nun “Les Meninas”ına baktığımızda bunun da başka bir temsil olduğunu görüyoruz (Resim 3). Bunu kendim de basit bir şekilde deniyorum. Resim 4,5’ e baktığımızda, onun aslında “Les Meninas”ın gayet amatörce bir temsili olduğunu anlayabiliyoruz, çünkü onun gerçeğinin “Les Meninas” olduğunu biliyoruz. Bilmeseydik, o zaman bize hiçbir şey ifade etmezdi. Artık biliyorum ve bilincimin bir yerinde bu hep bilinen bir şey olacak. Bir şeyi bilmeden, herhangi bir şeyin onun temsili olduğunu anlamamız ne kadar mümkündür? Kesin olan şey temsilin hep sürüyor olduğu.

Temsil etmek modern toplumun hep birlikte yaşadığı bir şey haline geliyor. Bu resim kurulan yeni (modern) dünyanın önemli bir işareti oluyor. Resmetmek, resmin odağı oluyor. Bu açıdan önemli bir noktada yer alıyor. Sanatın temsil ettikleri de değişmeye başlıyor. Kısaca, sanatın nesnesinden kopmaya başladığını gösteren ilk örneklerden oluyor Les Meninas.

Sanatın tanımında ve içeriğinde bu değişim yaşanıyor. Artık sanat, İncil’in insanlara anlatılmasının ya da birinin portresi/heykeli olmasının ötesine geçiyor. Ruhun bedenden yükselmesi gibi bir konuma geliyor. Hem o anın oluşumunun içinde olarak, hem de belli bir mesafeden bakarak oluşmaya başlıyor. Bakarken gördüğümüzün arka planında olan biten meydana çıkıyor. Bedenin içinde yer alan duygu, düşünce boyutu ve bunun yansımasının yollarına bakılmaya başlanıyor. Sanat, tüm bu hareketlilik doğrultusunda da sürekli bir gelişimin içinde kendisini tekrar tekrar yenileyerek oluşturuyor.


Prof.Dr. İhsan Bilgin yürütücülüğündeki Theory and Criticism dersi okumaları kapsamında yapılan yorum.

Notlar:

[1] Tan (Aylık düşün/yazın seçkisi). Michel Foucault Özel Sayısı. Sayı 3-4.Temmuz-Ağustos 1982, 58.

[2] Tan (Aylık düşün/yazın seçkisi). Michel Foucault Özel Sayısı. Sayı 3-4.Temmuz-Ağustos 1982, 63.

[3] Tan (Aylık düşün/yazın seçkisi). Michel Foucault Özel Sayısı. Sayı 3-4.Temmuz-Ağustos 1982, 69.



0 yorum:

Yorum Gönder